Gezi

Nehir, Sıcak ve Jazz: New Orleans

New Orleans: Sıcak, nehir ve Jazz
New Orleans: Sıcak, nehir ve Jazz

Ağustos ayının ilk haftası New Orleans’a gittik.  Cüneyt Siggraph 2009’a katılmak için zaten gidecekti, ben de ona takılarak fırsat bu fırsat diyerek çok uzun zamandır görmek istediğim bu değişik şehre gitme şansı buldum.  New Orleans gerçekten de Amerika’da gördüğüm hiç bir yere benzemeyen, kendine özgü bir havası olan tuhaf bir yer.

New Orleans’ı anlatmaya önce havasından ve suyundan başlamak lazım.  Berkeley’in okyanus etkisi ile Ağustos ayında bile devam eden serin sabahlarına sinir olan ben, sonunda iliklerime kadar ısınma, hatta kaynama fırsatı buldum.  Öyle ki, döndüğümüzden beri ağzımı açıp buranın havası hakkında herhangi bir şikayette bulunmuş değilim.  Halbuki  giderken havanın 30 C civarında bildiğimiz yaz sıcaklığında olduğunu duyup çok sevinmiş, bavula burada giyemediğim askılıları ve şortları sevinçle doldurmuştum.  Ama kese getirmeyi unutmuşum, ki bence  şort filan değil resmen peştamal ve kese lazım adama.

Havaalanından çıktığımız anda sıcak ve bir o kadar da nemli bir hava yapıştı üzerimize, nefes almak mümkün değil.  Tam bir hamam havası.  Öyle ki, fotoğraf çekmek için makineyi açtığınızda mercek önce buhar oluyor, bir süre sonra dağılıyor buharı.  Astım hastalarının kesinlikle yaşayamadığı ve ASLA ziyaret etmemesi gereken bir şehir New Orleans.  Zaten astım tanısı alanlar direkt taşınıyorlarmış başka yerlere.  Turist olarak gelen astım hastaları da genelde 2 saat sonra ilk uçakla kaçıyorlar.  Nem korkunç, bir de üzerine eski binalar ve Katrina Kasırgası ve benzer su baskınlarının oluşturduğu yoğun küf gelince astımlılar için katlanılmaz bir yer halini almış.

Bir de hamamböcekleri var tabi.  Ben bu kadar büyük hamamböceği görmedim hayatımda.  Sokakta yürürken “tıkır tıkır” bir ses geliyor, bakıyorsunuz arkanızdan eliniz kadar bir hamamböceği yürüyor hoplaya zıplaya, çekinmeden, korkmadan.  İlk birkaç böcekten sonra bizim için rutin bir görüntü oldu, böceklerin üzerinden atlayarak yolumuza devam ettik.

Ancak havaya ve böceklere rağmen, çok güzel ve değişik bir hafta geçirdik NO’da.  İşte size  NO izlenimleri:

Mardi Gras heykelleri

NOLA

Louisiana eyaleti sınırları içinde bir şehir New Orleans.  Louisiana eyaletinin kısaltması LA olduğu için şehre kısaca NOLA diyorlar. NOLA,  Atlantik Okyanusuna ve Meksika Körfezine yakın, tam içinden Mississippi nehri geçiyor. Güneyinde ise Pontchartrain Gölü uzanıyor. İklimi sub-tropikal. Atlantik okyanusundaki Gulfstream akıntısının oluşturduğu büyük kasırgaların uğrak yeri.  Hemen her gün gökgürültülü sağnak yağış, yılda birkaç tane da kasırga geçiriyor. Ancak hava o kadar sıcak ki yağmur birkaç saat yağdıktan hemen sonra güneş çıkıyor, sokaklar birkaç dakika içinde kuruyor ve yağan bütün yağmur nem olara havaya asılı kalıyor.

Bir diğer ilginç nokta, şehrin çoğunun deniz seviyesinden alçakta olması, aynı Hollanda gibi.  Bu nedenle hemen her yeri yağmurda veya büyük gelgitlerde su basıyor.  Su baskınları şehrin tarihçesinde ve adetlerinde çok etkili olmuş, detayları yazının ilerleyen bölümlerinde.

Fransızlar, İspanyollar

NOLA Amerika’daki en ilginç etnik karışıma sahip şehirlerden biri.  Şüphesiz ki bunda hem ilginç tarihçesi, hem de iklimi ve coğrafi konumunun çok etkisi var.

Şehir, 1700’lerin başında Amerika kıtasındaki Fransız Kolonistler tarafından kurulmuş.  Şehrin stratejik konumu, nehir ve deniz yoluna yakınlığı önceleri çok cazip gelmiş Fransızlara. Şehri o zamanki Fransız Kralı 2. Phillip’in Orleans dükü olmasından yola çıkarak “La Nouvelle-Orléans” diye adlandırmışlar hevesle. Ancak kısa zamanda nefes aldırmaz iklimi, dinmek bilmeyen yağmuru, kasırgaları, hemen yanındaki büyük bataklılardaki timsahları ile bu sıcak ve nemli iklime eşlik eden sayısız enfeksiyon hastalığı (Sıtma, kolera, dizanteri, sarı humma vs) nedeniyle epey bir hayal kırıklığına uğramışlar. Hatta bir dönem şehrin ancak sürgün yeri olabileceğine karar vermiş olacaklar ki Fransa’daki fahişeleri ve mahkumları buraya göndermişler.

img_1301
Chartes Street

Kısa bir zaman sonra Fransa kralı şehirle uğraşmaktan bıkarak NOLA’yı kuzeni olan İspanya Kralı’na vermiş   NOLA, 1801 yılına dek 50 yıl kadar İspanyol yönetiminde kalmış,  hala şehirdeki sokaklarda İspanyol sokak isimlerini göstere tabelalar mevcut.  50 yıllık İspanyol yönetimi ardından tekrar Fransa’ya iade edilmiş. O sıralar Avrupa’da savaşla uğraşmakta olan Napoleon, 1803 yılında zaten pek işe yaramadığına inandığı Louisiana eyaletini ve beraberinde NOLA’yı savaş masraflarını kısmen de olsa karşılama umudu ile Amerika Hükümetine toplam 15 Milyon Dolara satmış.

Aynı yıllarda Haiti’deki devrimden kaçan zenciler de kendi istekleri ile şehre yerleşmişler. Bu gelen göçmenler, zenci olduğu halde köle olmayan, kendi işleri, dükkanları ve evleri olan bir grupmuş.  Bu nedenle Haiti kökenli özgür zencilere “Free Men of Color” (Ens de Couleur Libres), adını vermişler.

Hemen ardından Kanada’daki savaş sırasında sınırdışı edilen Fransız Kökenli Kanadalılar yani Acadian‘ların da gelmesi ile şehir iyice çokuluslu bir hal almış.

NOLA, Amerika’ya geçtikten kısa bir süre sonra köle ticareti ve pamuk ile şeker kamışı üretiminin merkezi haline gelmiş.  Plantation denen büyük çiftlikler kurulmuş etrafta, kölelik kurumu yaygınlaşmış.  Dev çiftliklerde çalışan kölelerin topladığı pamuk ve şeker sayesinde 1840’larda Amerika’nın en zengin 3. şehri haline gelmiş.

Şehir büyüdükçe başka ülkelerden de göç devam etmiş.  Patates kıtlığından kaçan İrlandalılar, Almanlar, Yahudiler gelip şehre yerleşmişler.

Sonuçta NOLA tam bir karışım ve kaynaşma yeri olmuş: Fransızlar, İspanyollar,  Zenciler, Kanadalılar, en baştan beri burada yaşayan Kızılderililer, Avrupalılar; asilzadeler, özgür zenciler, köleler, denizciler, fahişeler, mahkumlar, tüccarlar….

İşte bu karışım NOLA’ya bu güne dek gelen ilginç ve özgün tadını vermiş.

img_1599
Moonwalk, Mississippi kıyısı

Code Noir

NOLA, Fransız egemenliğinde geçirdiği süre boyunca Fransa’nın kolonilerdeki kölelik kurallarını uygulayan bir şehir olmuş. Müzeleri gezerken köleliğin ne kadar insanlık dışı bir şey olduğunu bir kez daha anlıyor insan. Ancak  Black Code ya da Fransızca adı ile Code Noir denen bu kuralların içindeki birkaç tanesi, kölelerin diğer eyaletlerdeki kölelere göre bir nebze olsun daha iyi şartlarda yaşamasına neden olmuş. İçlerinde “bekar bir beyazın kendi kölesi ile birlikte olması ve çocuk sahibi olması halinde kölesi ile evlenmesi mecburiyeti”, “aile olan kölelerin ayrı ayrı satılamayacağı”, “özgürlüklerini kazanan kölelerin Fransız kökenli diğer vatandaşlarla aynı haklara sahip olacağı” gibi  maddeler mevcut.

NOLA’daki zenci ve soyağacı kölelere kadar uzanan rehberimizin anlattıklarına göre bu yasada yer alan “pazar günleri kölelerin çalıştırılması yasaktır” maddesi sayesinde pazar günleri ücret karşılığında başka işler yaparak para biriktiren ve bu şekilde özgürlüğe kavuşa pek çok köle olmuş.

Kesekağıdı Partileri ve Melezler

Şehirin tarihindeki bir diğer ilginç olay ise Keskağıdı Partileri.  şehirdeki nüfüzlu tüccar, mal sahibi veya politikacılar hanım arkadaş bulmakta epey zorlanmışlar.  Öyle ya,  şehrin havasını, ortalıkta cirit atan sivrisinek, fare ve hamamböceklerini , kol gezen salgın hastalıkları gören sosyetik hanımlar teker teker şehri terk etmiş.  Böylece kalan erkeklerin çoğu metres veya eş olarak özgür zencileri veya kendi kölelerini seçmeye başlamışlar.  Kısa zaman içince melezlerden zengin ve köle olmayan bir sosyete doğmuş.  Bu sosyetenin düzenlediği partilere ise Kesekağıdı Partileri deniyormuş, ten rengi kesekağıdından açık olanların girmesine izin verilen ancak daha koyu tenlilerin alınmadığı partilermiş bunlar.

Yıllar içinde ırklar iyice karıştıkça çok kozmopolit bir yer halini almış NOLA.  Amerika’da ırkçılığın dorukta olduğu dönemlerde zencilerin ve beyazların otobüslerinin ayrılması uygulamasına karşı en büyük eylemler burada yapılmış.  Melez aktivistlerden biri olan Homer Plessy, mevcut taşıt sayılarını artırmaları gerektiğinden bu uygulamadan son derece muzdarip olan otobüs şirketlerinin desteği ile 1/8 zenci olmasına rağmen beyazların otobüsünde seyahat etmeye başlamış ve bu durumu belgelemiş.  Bu hareket sonrası zenci hakları ile ilgili tartışma iyice alevlenmiş.  Homer Plessy‘nin şu an iki mezarı var, biri beyazlara ait diğeri ise zencilere ait mezarlıkta; hangisinde yattığını ise kimse bilmiyor 🙂

img_1323
Jazz heryerde!

Elbette Jazz!

NOLA’nın dünya kültürüne tartışmasız en büyük katkılarından biri de Jazz müziği.  Jazz, NOLA’da ve aslında burada oldukça çok sayıda olan genelevlerde doğmuş.  Afrika’dan gelen köleler, NOLA’ya geldikten bir süre sonra kendi geleneksel enstrümanlarına ilaveten batı enstrümanlarını da çalmaya başlamışlar.  Ancak bu enstrümanları çalarken kendi ritm ve temalarıyla zenginleştirip yepyeni bir müzik türü yaratmışlar. en başta Ragtime adı verilen bu yeni müzik daha sonra Jazz olarak anılmaya başlamış.   Özgür zencilerin sayısı arttıkça profesyonel müzisyenlerin sayısı da artmış ve bu müzisyenler genelevlerde ve kumarhanelerde müşterileri eğlendirmek için çalışmaya başlamışlar.  En ünlü jazz sanatçılarında biri olan Louis Armstrong da barları, gece klüpleri ve genelevleri ile NOLA’nın en meşhur sokağı olan  Bourbon Street üzerindeki genelevler ve kumarhanelerde başlamış müzik hayatına.

Hala şehirde jazz kokusu her yerde hissediliyor.  Adım başı fakir ama müzikle kendinden geçmiş bir sokak çalgıcısına rastlamak mümkün.  Biz de özgün bir NOLA Jazz deneyimi yaşamak için çok ünlü olan ve geleneksel jazz geleneğini yaşatan Preservation Hall isimli bir yere gittik.  Giderken buranın canlı müzik yapan bir yer olduğunu sanıyorduk ama epey farklı bir yer çıktı karşımıza.

dsc07181
Preservation Hall, Live Jazz 🙂

Preservation Hall, eski ve oldukça dökük bir bina.  Kapısında epey uzun bir sıra oluyor. İçeride büyük tek bir oda var, odanın bir köşesinde kılık kıyafetleri ile 1940’lardan fırlamış gibi duran bir grup tamamen akustik  jazz çalıyor ve söylüyor. Loş, kasvetli bir ortam.  İçerisi sıcak ve boğucu, tavandaki pervaneler bile yetmiyor serinletmeye içeriyi.  İsmine uygun şekilde, sanki 1940’lardan sıcak bir Mississippi akşamını saklamış , inanılmaz bir müzik ve ortam, kelimelerle anlatılacak birşey değil, gidip görmek lazım.

img_1239
St. Louis Cemetery

Mezarlıklar, Vampirler ve VooDoo

NOLA’nın iklimi mezarlıkları bile değiştirmiş.

Şehirin deniz seviyesinden 3 feet (yaklaşık 1 m) aşağıda olması ölenlerin toprağa gömülmesini imkansız hale getirmiş.  En başlarda geleneksel yöntemlerle tabutu toprağa gömmeyi denemişler, ancak defni takiben ilk su baskınında biriken su ile yumuşayan topraktan çıkan tabutlar yüzerek şehir sokaklarında dolanmaya başlamışlar. Bu ürkünç fenomen iki sonuç doğurmuş: NOLA bugün defin uygulamaları en ilginç yerlerden biri olduğu kadar sokaklarda yüzen tabutlar sayesinde hayalet ve zombi hikayeleri açısından da en zengin şehir 😀

img_1258
Madonna @St. Louis Cemetery

NOLA mezarları eski lahitlere benziyor, ama en büyük farkları bu lahitlerde bir kişinin değil, neredeyse tüm sülalenin cenazeleri birlikte yer alıyor.  Nasıl mı?

Vefat eden kişi, ince tahta bir tabuta konarak bu mezarlardan birine defnediliyor.  Toprak üzerinde, taş duvarlarla çevrili odalar bunlar.  Kapalı taş ortam ve sıcak hava sayesinde mezar içi sıcaklığı 120 F (Yaklaşık 50 C) oluyor.  Bu ısı sayesinde yaklaşık bir yıl içinde mezardaki cenaze toz halini alıyor, bir çeşit yavaş krematoryum yani.  NOLA yasalarına göre bir mezarın içine bir cenaze yerleştirildikten sonra bir yıl açılması yasak.  Bu süre sonunda, ailede yeni bir vefat olursa mezar açılıyor, bir önceki cenazeden kalan tozlar kenara itiliyor ve yeni tabut için yer açılıyor.  Eğer aynı ailede bir yıldan kısa arayla bir başka ölüm olursa, geçici süre ile bir başka lahit kiralamak mümkün, bu kiralık lahitteki cenaze bir yılın sonunda toza dönüştükten sonra tozlar toplanarak aile mezarındaki diğer cenazlerin kalıntıları ile birleştiriliyor.

Uygulamanın pratik tarafı, gereken mezarlık alanının çok küçük olması.  Aynı mezar defalarca, 20-30 kişi için kullanılabiliyor.  Güzel yanı ise, mezar taşları üzerinde bir ailenin 1700’lerden beri gelen soy ağacını görebiliyor olmak.  Tüm aile aynı lahitte olduğu için ölen oldukça yeni isim mezar üzerindeki mevcut isimlerin altına ekleniyor.

Mezar ziyaretinde de epey pratik oluyordur sanırım. 😛

img_1399
Anne Rice’ın evi. “Merrick” romanı bu evde geçiyor.

Vampirlere gelince… Aslında NOLA’nın geçmişinde vampirlerle ilgili hiçbir efsane veya hikaye yok.  Ancak buranın vampirlerini daha sonra filmi de yapılan Vampirle Görüşme kitabını yazan Anne Rice meşhur etmiş.  Benim de çok sevdiğim Vampire Chronicles serisinin yazarı Anne Rice’ın serinin başlangıcı olan bu kült kitabı NOLA’da geçiyor, filmin çekimlerinin çoğu da burada yapılmış.  Anne Rice doğma büyüme NOLA’lı.  Vampirle Görüşme kitabını California’da yaşarken NOLA hasreti ile yazmış.  Kitap kült olunca da NOLA’ya geri taşınmış, uzun yıllar burada yaşamış.  Büyük ve güzel evlerin yer aldığı Garden District mahallesinde Anne Rice’ın evlerinden birkaçını görebilirsiniz.  Eşinin ölümünden sonra vampir ve diğer doğaüstü serileri yazmaktan vazgeçerek koyu katolik olmaya karar vermesinin ardından NOLA’dan taşınmış. Ancak anne Rice’ın bu konudan elini eteğini çekmesine rağmen  Vampirle Görüşme‘nin ardından pekçok başka kitap ve şarkıda yeni dünya vampirlerinin ana vatanı olarak NOLA geçmeye başlamış.  Doğrusu ben de vampir olsam NOLA’da yaşardım, gayet konsepte uygun bence 🙂

VooDoo ise, NOLA kültürünün ayrılmaz bir parçası.

Haiti’den gelen zenciler NOLA’ya kendi dinleri olan Vodou‘yu, Afrikadan gelen zenciler ise  Hoodoo‘yu getirmişler.  Haiti Vodousu ve Hoodoo aslında çok tanrılı pagan dinleri.  Bu iki pagan inanışı ile kölelik nedeniyle zencilere beyazlar tarafından dayatılan Katolik hristiyanlık karışarak Voodoo ortaya çıkmış.  Pagan tanrılar, Hristiyan azizlerle kaynaşmış ve iki dinin karması NOLA’daki zenciler tarafından benimsenmiş.

Voodoo, aslında sıkça zannedildiği gibi kara büyü ve lanet filan içermiyor yani.  Çoğu Vodoo inancına sahip kişi kendini Katolik olarak tanımlıyor, her tür uğur getiren incik boncuklarında sık sık haç ve Meryam Ana figürleri kullanıyorlar.  Voodoo bebeklerini insanları lanetlemek için değil, iyi şans getirsin diye kullanıyorlar.  Dileklerine ilişkin resim veya ufak tefek nazarlıkları iğnelerle sevdikler kişilerin bebeklerine iliştiriyorlar.

Creole/Cajun Mutfağı

NOLA’nın en onemli özelliklerinden biri de dünya ve Amerika yemek kültürüne katkısı.  Kültürlerin bu karışımından kendine özgü, renkli ve leziz bir mutfak kültürü oluşmuş.  NOLA’daki her gün değişik lezzetlerden birini tatmaya çalıştık.

Yemeklere başlamadan önce Creole ve Cajun kelimelerini açıklamakta fayda var.  NOLA şekillenirken Kanada’daki İngiliz’lerden kaçarak buraya yerleşen Fransız kökenli Kanadalılar kendilerini “Acadian” olarak adlandırıyorlar.  Ama NOLA’ya gelince Acadian kelimesi yerel şive ile deforme olarak önce “A-cad-jin“, sonra “Cad-jin” ve en son da “Cajun” a dönüşüyor.  Creole ise pek çok anlamı olan bir kelime ama NOLA’da etnik kökenine bakılmaksızın Fransa Krallığına ait kolonilerde doğan kişilere verilen bir isim.

Creole mutfağı leziz, baharatlı ve deniz ürünü ağırlıklı bir mutfak.  NOLA’ya ait spesiyalitelerin başında Po’Boy geliyor.  Po’Boy, dev bir sandviç.  Fransız bagetinin içine po’boy türüne göre kızarmış veya ızgara karides, istiridye, tütsülenmiş sosis, ve hatta timsah eti ile garnitür olarak da  mayonez, domates ve göbek marul eklenerek yapılıyor. Lezzetli ve ucuz bir aksam yemeği arıyorsanız öneririm. 🙂

Timsah eti NOLA’da sık kullanılan bir et.  Artık timsahları çiftliklerde yetiştiriyorlar derilerini ve etlerini kullanmak için, tavuk çiftliği gibi timsah çiftlikleri var yani.  Timsah etinin tadı ise biraz tavuğa biraz kırmızı ete benziyor. Elbette ki tattık! 😀

Bir diğer ünlü yerel yemek ise Jambalaya.  İlk başta Jambalaya‘nın tavuk, karides, sosis, sebze ve pilav karışımı olduğunu öğrenince tadının fazla karışık olacağını düşünmüştüm, ama çok leziz ve kendine özgü baharatlı bir yemek. Biraz İspanyolların Paella‘sına benziyor ama baharat oranı ondan epey farklı. Zaten muhtemelen Creole mutfağına da NOLA’daki İspanyollar sayesinde dahil olmuş, zamanla içeriği diğer kültürlerin ve çevrenin etkisi ile değişmiş.

NOLA yemeklerinden bahsederken Gumbo‘dan bahsetmemek olmaz.  Gumbo benim yediğim en tuhaf yemeklerden biri şimdiye kadar.  Görüntüsü çamurlu suya benzese de inanılmaz lezzetli bir yemek.  Kabuklu deniz ürünleri, istakoz, baharatlı bir tür sosis ve bamya (evet evet, yanlış duymadınız bildiğimiz bamya!) defne yaprağı ve çeşitli baharatlar ile bir tür çorba yapıyorlar.  Bu çorba, yağsız ve çok az tuzla yapılan haşlanmış pirinç üzerine dökülerek servis yapılıyor.  Gumbo, Afrika kültüründen izler taşıyan bir yemek,  bamyayı en çok Afrikalılar kullanıyor.

NOLA’nın en meşhur tatlısı ise Beignet.  Bize hiç yabancı bir yemek değil, bildiğimiz lokma! Sadece NOLA halkı üzerine şerbet yerine toz şeker serperek kahve yanında yemeyi tercih ediyor.  Biz de 24 saat açık olan ve sadece ama sadece beignet ve kahve satan meşhur Cafe Du Monde‘de yedik beignetlerimizi.

img_1556
Mardi Gras Floats

 

Mardi Gras

NOLA’ya özgür bir diğer olay ise çılgın bir karnaval olan Mardi Gras. Şubat ayı sonunda yapılan bu karnavala için şehir halkı bir yıl boyunca hazırlık yapıyor. Karnavala katılan gruplar aralarında para biriktirerek karnaval yürüyüşü için birbirinden renkli ve görkemli arabalar hazırlıyor ve karnaval günü aynı derece renkli kostüm ve maskeleriyle şehir sokaklarında turluyor, kendilerini seyreden kalabalığa ise karnaval ile özdeşleşmiş renkli boncuktan kolyeler atıyorlar.  Bizim gezimiz karnaval zamanına denk gelmedi, ama önümüzdeki yıla ait karnaval hazırlıklarının yapıldığı ve eski karnaval arabalarının sergilendiği Mardi Gras Müzesine giderek biraz olsun karnaval havasını solumaya çalıştım.

img_1528
Mardi Gras hazırlığı

Kasırga, Su baskınları ve Bataklıklar

NOLA, Subtropikal iklimi nedeniyle maruz kaldığı yağış, kasırgalar ve deniz seviyesinin altında olması nedeniyle yoğun yağmur ve kasırgalarda ciddi hasar gören bir şehir.

Bu felaketlerin en bilineni 2005 yılında meydana gelen Katrina Kasırgası.  Bu kasırgada NOLA en büyük zararı gören yerlerden biri olmuş,  yol boyunca hala pekçok yıkık bina mevcut.  Pekçok dükkan, hastane vehatta bazı postaneler yer yer 130.000’lerden 10.000 lere düşen nüfusa bağlı olarak kapanmış.  Şehrin Katrina tarafından en çok zarar gören yerlerinde hala bir terk edilmişlik havası esiyor.  Bizi bataklık turuna götüren otobüs şoförü Katrina kasırgasını yaşamış kişilerden biri, 2005 yılından beri 6 ay öncesine kadar karavanda yaşamış, ancak dört ay önce elektriğe kavuşmuş.  Bize yaşadığı zor günleri ve insanların ne hale geldiğini uzun uzun anlattı.

Bu kadar nehir, su baskını ve bataklık arasında olunca biz de bir bataklık turu almaya karar verdik ve NOLA’daki son günümüzde Honey Island Swamp Turu‘na katıldık.  Bataklıkta tekneyle gezerken bol bol böceklerle haşır neşir olarak bataklıkta yüzen çok sayıda timsahı besleme fırsatımız oldu.  Timsahlar ne yiyorlar dersiniz?  Sosis ve….marshmallow!  Evet hayvancıklar artık turistik endüstrisinin bir parçası olmuşlar, kaptan “Neredesin hayatım? Hadi gel bakalım!” diye bağırıp suya marshmallow attığında saklandıkları yerden çıkıyorlar, tekne önünde binbir şekilde poz veriyorlar.

img_1758
Timsahlar!

Bataklık turu ile NOLA gezimizi tamamladık ve 8 günlük uzun bir geziden sonra evimize döndük!

Bakalım bir sonraki seyahat nereye olacak? 🙂

Gezi ile ilgili detaylı resimler için ekteki linke tıklayın:

http://www.flickr.com/photos/10981769@N06/sets/72157621972367703

Slayt gösterisini ise ekteki linkten izleyebilirsiniz:

http://www.flickr.com/photos/10981769@N06/sets/72157621972367703/show

“Nehir, Sıcak ve Jazz: New Orleans” için 3 yorum

Yorum yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.